Sürü Psikolojisi ve Adaletin Temeli
Sürü kelimesi günümüzde “Başında bir insan bulunan ve türdeş hayvanları barındıran topluluk” olarak anlamlandırılmaktadır. Bu topluluğun genellikle büyükbaş veya küçükbaş hayvanlardan oluştuğu savunulabileceği gibi yaban hayatında da sürü olarak hareket etmeyi tercih eden canlıların bulunduğu bilinmektedir; bu grupların başında bir insan bulunmamaktadır. Ancak sürü psikolojisi, terim olarak farklı bir konuyu kapsamaktadır. Bilhassa insanlarca yoğun ilgi gören olguların zamanla sorgulanmadan kabul görmesi ve en önemlisi takdir toplamaya başlaması sürü psikolojisini açıklayan bir örnektir. Sürü ile hareket eden diğer canlıların ortak noktası türdeş olmalarıyken sürü psikolojisiyle hareket eden insanların beraber oluşunun nedeni sadece insan olmaları değildir. Öncesinde benzer düşüncelerin sürüleştiği toplulukta düşüncelerin anlamsızlaşmaya başladığı gözlemlenmektedir. Burada ele alınması gereken konu, herkesçe takdir toplayan olgunun varoluşu değil, sorgulanmadan takdir edilmeye başlanmasıdır. Zira insanın diğer canlılardan akıl ve düşünme özelliğiyle ayrıldığı düşüncesine aykırı bir tutum sürü psikolojisinin kapsamı altındadır. Önce birkaç kişilik gruplarla başlayan serüven, sürü kapsamında ele alınacak kadar kalabalıklaşır. Aldığı hal ne denli ilginçleşmiştir ki bir zaman sonra insanlar, sadece aidiyet duygusundan mahrum kalmamak adına bir sürüye katılmak mecburiyetinde hissederler. İşte bu durum sürü psikolojisinin anahtarıdır.
Friedrich Nietzsche, insanları tanımlamaya da yer verdiği felsefi düşünce yapısında “sürü insanı” tanımlamasına da yer vermektedir. Sürü insanı, onun felsefesinde güçsüz insandır: Kendine yetemez, aidiyete mecburdur, mevcudiyetindeki kudretten bihaber yaşamaktadır. Hayat telaşında vakit ayıramadıklarından sadece biridir kendini keşfetmek. Böyle Buyurdu Zerdüşt eserinde yer verdiği “İnsan, en kısa zamanda kargaşasını, kendine anlam veren bir düzene çevirmezse karanlığında yok olacaktır.” satırları ele alındığında bu durumun Nietzsche nazarında insanın kendi topuğuna sıkmasından bir farkı olmadığını savunmak yanlış olmayacaktır.
Sürüleşmiş zihinlerin adalet kavramına sahip olduklarının tartışılması gereken bir konu olduğu kanaatindeyim. İnsanın kendi varlığını sorgulamasıyla başlayan felsefi düşünce yapısının ilk günlerinde sorgulamaya başladığı konulardan olan adaletin sürüye katılarak keşfedildiğini savunmak adaletin anlamına tezat bir tutumdur. Adalet, hukuku gözetmek ve bu işi belirli bir kalite standardında gerçekleştirmektir. Felsefe dünyasına adaletle ilgili önemli katkıları bulunan Aristoteles nazarında adalet paylaştırıcı ve düzenleyici olarak iki başlıkta ele alınmaktadır: Kısaca, herkese hak ettiğini doğru ölçüde vermektir adalet. Adaleti temsil ettiğine inanan insanın tarafsız, aklı selim olması bir ölçüt olduğu gibi felsefe yönüyle ele alındığında felsefi açıdan neyin doğru veya yanlış olduğunu tartışmaya açık olması gerekmektedir. Epikuros, doğa ile uyumlu olarak ilerlenmesi gerektiğini savunmaktadır. Platon, başarılı ütopya örneklerinden olan “Devlet” eserinde ideal düzenden bahseder ve adaletin sağlanması için herkes kendi üzerine düşen vazifeyi dürüstçe gerçekleştirmelidir. Ele alınan üç adalet tanımlamasının ortak yönü her birinin insan aklıyla temellendirilmesidir. Filozoflar, adaleti tanımlarken düşünen ve sorgulayan yani felsefeye uygun bir insan modelini hedef almışlardır. Sürü insanı ise sürüyü yönetenlerin söylemleri haricinde bir düşünceye sahip olma hatta düşünme lüksüne sahip değildir. Farklı bir fikir beyanında bulunmak eğer kişi topluluk içerisinde baskılanamazsa sürüde huzursuzluk ve nihayetinde kişinin sürüden ayrı tutulması anlamına gelmektedir. Açıkta bırakılmak, sürü insanı için düşünülecek en kötü senaryo olması kuvvetle muhtemeldir. Neticede sürü insanı, dışta kalmak istemediği için sürünün insanıdır.
Adalet kavramı hukuk çerçevesinde şekillenmekte ve toplumun katkısıyla belirli bir değere ulaşmaktadır. Adil olmadığı düşünülen davranışlar şayet yeteri kadar güçlü bir sese sahip olabilmişse adil toplumlar tarafından ele alınır ve sorun çözülmeye çalışılır. Günümüz teknoloji çağında haksız bir eyleme maruz kalınması neticesinde iletişim araçlarından faydalanıp sosyal medyada sesini duyuran insanların sayısı azımsanamayacak ölçüde artmıştır. Eylemin haklı veya haksız oluşunu hukuk çerçevesinde değerlendirmenin daha sağlıklı olduğu bilinmektedir. Ancak sosyal medyanın harekete geçirici gücü daha ani hareketlilikler yatarabildiğinden toplum, daha az düşünerek bazen de sadece çoğunluğa ayak uydurarak kendi içerisinde kararlar alabilmektedir. Düşünülmeden sadece grupların etkisinde şekillenen fikirler “haksız eylem” kavramının tanımlanmasını güçleştirdiği gibi adaleti savunmanın değerini de küçültmektedir. Haksızlık tanımlaması yapmanın ve haksızlığa karşı durmanın yöntemi sürüye katılmak olmamalıdır. Zira sürünün peşinde hakkın sesi olunduğunu zannederken haksızlığa destek vermek işten bile değildir.
“Sorgulanmamış hayat, yaşamaya değmez.” der Sokrates, yaşanmamış hayat ise üzerinde düşünülmeye değmeyecektir. Sürü psikolojisi korku ile temellenirken yaşadığını iddia eden insan yalnızca mağarasındaki gölgeleri seyrederek yaşamaya mahkum kalır. İnsanca yaşamak için doğruyu savunmak, bunun için de cesur olmak lazımdır.